içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

EYLÜL’LE GELEN FIRTINALI HAZAN

    Her mevsim girişlerinde gebedir yeni hayallere, gönüllerin en dingini bile. Bilir ki; yaşanmamışlıkları saklı kalmıştır yüreğinin bilinmeyen, anımsanmak istenmeyen bir yerlerinde.
    Sallanan ceviz, minik çiçek oymaları, yeşil koca koca gülleri olan, hafifçe hazan mevsimini anımsatan tona sahip minderli sandalyesinden, yorgun bedenini zorlayarak kalktı.
    Naftalin kokusunun genzini yaktığı bu oda… Sanki ufacık dokunsa bir yerlere zor zapt ettiği saklanmışlıkları, delip çıkacaktı eskimişliklerin sarmalandığı, naftalinin bile gizleyemediği düşleri.
    Duvarda asılı, uzun, dikdörtgen saatin saat başını duyuran sesine umarsızca dönüp baktı. Sadece düne dönmek isteyip istememe duygusu arasında bir sıkıntıyla. Uzun uzun gözlerini kısarak, kirpiklerinin arasında kahverengi göz renginin ayırdına varmak bile güçken, “saat 16.00” diye geçirdi içinden. Bir hazan mevsimin girişi gibiydi ruhu. Sararan her yaprak, renk değişimiyle birlikte atıyordu kendini yerlere. Yeni yeşermelere fırsat tanımak istercesine. Ama Ümmüşen, fırtınalı bir hazan mevsiminin Eylül Ay’ında…
Kendine bile ifade edememenin sıkıntısıyla gerildi yüzü. Ümmüşenİn bakmaya kıyamadığı, kahverengi gözlerinin üzerindeki kaşları düştü, tıpkı her üzüldüğünde dudaklarının aşağıya hüzünlü şekilde düştüğü gibi.
    Sabah uyandığında yeşil, kalın kadife perdenin güneşin ışığına engelini umursamadan gözlerini, “Sabah Güneşim” diye sevdiği Ümmüşen’e çevirdi. Gözü yastığın üzerinde kızılın, sarının ve yeşilin karışmış olduğu, kenarları tırtıklı avuç içi büyüklüğünde hazan yaprağına yapıştı kaldı sanki.
    Hatırlamak istemediği yılları, düşünmek istemedi. Sahi kaç yıl geçmişti; Yapayalnız, üstelik vedasız terkedilişinin üzerinden. Galiba bu solgun, eski anılar ve naftalin kokulu odada yüreğinin üşümüşlüğü  üzerinden on bir yıl mıydı?…Geçen yılların sayısıyla beynini zorlarken, gözleri duvarda ki, çerçevelettiği hazan yaprağına takıldı kaldı öylece. Ümmüşen’den dünden kalan sadece bu kadardı işte. Tek bir resmini, tek bir tokasını bile bırakmadan (hâlbuki saç tokaları öylesine çoktu ki, ya perde ke narında ya bir havlunun ucunda veya yastığın kılıfının bir köşesinde takılı olurdu.) Bırak bütün bunları, insan Ümmüşen’in kokusuna bile hasret bırakarak gider miydi !? O sabah uyandığında yastıkta gördüğü hazan yaprağının hemen ardında, genzini ağır şekilde yakan naftalin kokusunun ayırdına varmıştı…
    Mazide kalmanın çıplaklığıyla, naftalin kokusunu da bırakıp giden Ümmüşen, asla geri dönüşün olamayacağının imzasını atmıştı anlaşılan, hayal bile edinilemeyecek zamanda kayboluşlarına.
    Daha çok acı duymamak için, terk edilmişliğin yapayalnızlığını ve Ümmüşen’in ruhunu hapsetmenin dayanılmaz özlemiyle, naftalin kokusunun içinde, odasını saklamak istedi o da hep...
Veremediği sevginin eksikliğinin acısını hissederek, pencere camında ki görüntüsüne bakarak iç geçirdi.


Yan komşunun açık penceresinden süzülen şarkının sözleri aktı, kulaklarından bitap düşmüş yüreğine:
“Dağlar kardan geçti,
Bağlar nardan geçti,
Gönül yardan geçmiyor…
Halay bardan geçti,
Ateş hardan geçti,
Gönül yardan geçmiyor…
Bülbül gülden geçti,
Güneş günden geçti
    Gönül senden geçmiyor…
    Gövdem serden geçti,
Canım tenden geçti,
Gönül senden geçmiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum